“Enerji ve ekoloji insanca yaşamın mimarlığıdır”

Güneşin ve toprağın çocuklarıyız… Doğa ile birlikte hareket ederek yeryüzüne sahip çıkmamız gerek. Adil paylaşımlı, saygı ve şükran duygularıyla örülmüş bir yaşamın düşü, mimarlığın da felsefesini oluşturamaz mı?…

Yüksek Mimar Çelik Erengezgin için bu böyle… ‘Başımı sokacak bir ev’ yerine, ‘sürdürülebilir bir yaşam’ arayışının VAR’lığı sürdürmeyi mümkün kıldığını üstüne basa basa söylüyor. Yabancı literatüre de giren enerji mimarlığı tanımı kendisine ait… Enerji mimarlığını, dört ‘doğru’nun bileşkesi olarak açıklıyor;

  • Doğru YER
  • Doğru YÖN
  • Doğru MALZEME
  • Doğru TASARIM

Çelik Erengezgin, enerji ve ekoloji fenomenlerini, tasarladığı projelerin yüzde 85’inde çözümüyle birlikte ortaya koymuş, nevi şahsına münhasır anlatımıyla sadece mimarlık öğrencilerinin değil, mimari konusuna merakı olan herkesin dikkatle dinlediği bir usta. 53 yıllık mimarlık yolculuğunun özetini ‘Enerji Mimarlığı’ olarak isimlendiriyor. “Hayatta ve ayakta ‘ama sağlıkla’ kalabilmenin yegane çaresi; kendi enerjisini üretebilme ve doğal döngü ile barış içinde yaşayabilme becerisine sahip olmaktır” diyor.

Kendisi, özgür bir ülke ve özgür insanlar için yaşamı, yedi soru(n) üzerinden yeniden kurguluyor. Şöyle ki…

Yaşadığınız tüm mekânların ve evlerinizin;

  1. Sağlığınızı korumasını, toksik malzeme içermemesini,
  2. Deprem riski taşımamasını,
  3. Elektriğini üretip, fazlasını satabilmesini,
  4. Hiç bedel ödemeden; kendisini ısıtıp, soğutup, aydınlatıp, havalandırabilmesini,
  5. Doğalgaz ve petrol bağımlısı olmamasını,
  6. Yağmur ve atık sularını arıtıp kullanabilmesini,
  7. Sağlıklı yaşama destek, hatta yeterli besin üretebilmesini ister misiniz? diye soruyor…

Bu sorulara cevabınız evet ise, çözüm zaten belli; ekoloji mimarlığı

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Güneş Evi, 2006.

Yüksek Mimar Çelik Erengezgin’in Diyarbakır Belediyesi için tasarladığı, tüm enerjisini kendisi üreten ve atık vermeyen Türkiye’nin ilk “Güneş Evi” projesi, 2008’de Eurosolar Mimarlık Ödülü’ne layık görüldü.

Betonarme yapıların ömürlerinin en çok 60 yıl olduğu ve yaşam alanı olarak insan sağlığına uygun olmadığını, yaşam alanlarının ahşap malzemeden yapılması gerektiğini her fırsatta dile getiren Çelik Erengezgin’e ekolojik mimarlık ile ilgili çok dile getirilmeyen soruları sordum.

Mimari, barınma ihtiyacımızla gelişen diğer soru(n)ların da çözümü olabilir mi? Örneğin enerji, geri dönüşüm vs…

Gayet tabi… Barınma ihtiyacı zaten beraberinde enerji ihtiyacını da getiriyor. Yaşam tarzı, enerjiye ne kadar çözüm bulabileceğini de hatırlatıyor. Bir arayışa sevk ediyor en azından… Ayrılmaz… Çadır değil ki bu; gireceğim, yaşayacağım… Yazı var, kışı var… Yazın kaynayacak, kışın donacak… Enerji ihtiyacı mutlaka dengelenmeli. Kapıdan girdik; ‘oh ne güzel’ dedik… Bunu dedirten enerjinin varlığı. Bütün mesele bu enerjinin varlığının neye mal olduğu. Doğanın canına okuyan bir şey mi, yoksa doğaya dost bir çözüm mü?… Bedel mi ödetiyor çok ağır? Ülkenin bağımsızlığını elinden alacak kadar bedellere mi gidiyor, yoksa hiç kimseye borçlanmadığın, hiç kimseyi zorlamadığın mı?… Çözüm bu olur… Hep anlattığımız şeyler bunların çok mümkün olduğudur. Kolay üretimli, geri dönüşümlü ve kesinlikle doğaya zarar vermeyen, mümkünse doğaya katkısı olan tasarımlar olmalı.

Isı ve ses yalıtımını aynı anda yapan ve yangın geciktirici özelliğe sahip olan selüloz esaslı bor katkılı doğal bir yalıtım malzemesi olan SeliBOR/CelluBOR uygulaması.

Şehirler giderek genişliyor, ancak, kırsala özlem de aynı doğrultuda artıyor. Bu çelişkili durumu ortadan kaldırmak için illa köye geri dönmek mi gerek? Mimari, bu duruma uygun çareler üretemez mi?

Benim ‘Güneş Köyü’ projem bunu anlatıyor zaten. Kentin hemen yanındaki, kentin gelişme sahasında yer alıyor. Kente komşu ama aynı zamanda, ona belli bir mesafede, mümkünse dibinde, bir o kadar daha arazisi var. Orada tarımsal üretim yapıyor, enerjisini kendisi üretiyor, tarımsal üretimini ve fazla enerjisini şehre satıyor. Bu, kentin sağlıklı gelişmesi aynı zamanda… Yani mutlaka “kaç, göç, köy gibi bir yere yerleş” değil… Orada sunacağın yaşamın şartlarını burada oluşturabiliyorsun. Döngüyü temin edebiliyorsun; enerji döngüsü, yeme-içme döngüsü… Olay bu…

Konutun yatırım olarak değerlendirilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Sonuçları itibariyle doğru. Konut fiyatlarında anormal, depremsel ya da kötü malzemeden iç yıkımı artık para etmeyecek hali yoksa, durduğu yerde, toprak gibi değer kazanıyor. Ama durduğu yerdeki handikapı şu; toprak hep duruyor, o yıpranıyor… O yüzden “altın en sağlam araçtır” derler ya, istersen göm, bir asır sonra çıkar aynı değerini korumuştur.

Son yıllarda, belki de bir önceki sorumda bahsettiğim durumdan ya da genel geçer bir eğilim nedeniyle, ‘ekolojik mimarlık’ adı altında bir yapı şekli dünyada yayılıyor. Görülen o ki; balkon ya da teraslara yerleştirilen bitki ya da bodur ağaçlar binaları ekolojik yapıyor. Sizin ekolojik bina tanımınız nedir?

Ekolojik bina; malzemesi itibariyle hiç zarar vermeyen, o şekilde elde edilme şansı olan, üretimine devam edilebilen malzemeden olmalı. O nedenle ahşap diyoruz… Taş da yanlış. Taş ocakları doğanın canına okuyor. “Mermer, taş ne güzel…” Hayır, değil… Çok meraklıysan su basmanına kadar taş yapalım, sonra ahşap devam edelim.

Ben bunlara çok katlı hamburger diyorum. Ken Yeang kendisi itiraf etmiş, bir kitabında var; “Bizim yaptığımız çok katlı hamburger” diyor. Fotoğrafını koymuş. Böyle şımarıklıklar olur, önüne geçemezsin. Bunların faydası yok mu? Var. Ama o sırada doğaya da, insana da eziyet ediyorsun.

‘Güneş Köyü’ projesi.

“Benim anlattıklarım kentle köyün buluşmasıdır”

Türkiye’de enerji, ekoloji ve mimari fenomenlerinin birbirleriyle entegre olduğu, hayata geçirilmiş örnek bir proje var mıdır?

Bu kapsamda yok. Üzülerek söylüyorum; çatıya panel koymakla, binayı yeşile boyamakla yeşil mimari olmaz. Seçilen malzemede, tasarımda ciddi yanlışlar var. Üniversitelerde bu, maalesef böyle öğretilmiyor. Ahşabı kullanmak bile akla çok zor geldi. Hesabını bilmeyen mühendislerle… Bu işin atasına unutturmuşlar. Bunu 150-200 sene öncesinden, Osmanlı’dan aldıklarını itiraf ediyor Batılılar. Bu konuda birkaç mimar var. Beni sevmemeyi haklı olarak tercih ediyorlar. Çünkü onlara da eleştirel bir bakış getiriyorum. İnsanları alıp köy gibi bir yere götürüp çalıştırıyor, para da vermiyor. Onlar da; “ay ne güzel, tarlayı kazdık, şunu diktik” diyorlar. Orada ne yapıyorsun, ne öneriyorsun? Oradaki yaşamın kente yansıması mümkün değil. Benim anlattıklarım kentle köyün buluşmasıdır, birlikte büyümesi, inşa edilmesidir. İnzivaya çekilmek değil… Benim Güneş Köyü projem budur. Kentsel yaşam konforunu kaybetmeden, kentsel mahkumiyetlerinden sıyrılıyorsun. Doğal gaz, tüp, kömür istemiyorum diyorsanız, bunların çözümünü buluyorsanız, bütün Türkiye’de hayat dursa bile orada devam ediyor. En güvenli yer orası üstelik…

“Yapılan araştırmalardan çıkan sonuca göre; apartmanlardaki köpük mantolamalar nedeniyle, çocuklardaki astım hastalığının yüzde 50 oranında arttığı belirtiliyor.”

Türkiye’de binalarda güneş enerjisi neden bu kadar az kullanılıyor sizce?

Alışkanlıklarımız yok. Pahalı olacağına dair rivayetler var. “Ben çatıyı kapatmıştım, bir de üstüne bunu mu koyacağım” mantığı var. Halbuki kiremitinin bile karşılığı bu olabilir.

Gri su kullanım sistemi, çöp toplama kanalları gibi, hem geri dönüşümü kolaylaştıracak, hem de pratik kullanımlarıyla daire sakinlerini ‘dönüşüme’ teşvik edecek teknik alt yapı sistemlerini mimari çözümlerde neden göremiyoruz?

Geri dönüşüm yani biyolojik arıtma… Kullanma suyunu, bahçe sulama suyunu, her şeyini karşılıyor. Sadece klozete giden suyu bile dönüştürsen çok kıymetli. Bir çekiyorsun 10 litre… Bunları yapmak zor değil. Hocasının talebi yok. Kapı, pencere, duvar çiziyor, gidiyor… “Çok şık olmuş”…

Örnek projelerden biri…

Kamu binalarının birden çok amaç için planlanması konusunda ne düşünüyorsunuz? Böyle bir şey sizce ne kadar mümkün olabilir? Bir kurum binası, mesai saatlerinden sonra kamusal başka bir amaca hizmet edemez mi?

Çok mantıklı, tebrik ederim… 23 saat boş, bir saat işlevsel mekanların gerçekten sosyal buluşma alanı olması lazım… Eskiden böyleydi. Cuma namazının tek sebebi buydu. Mahallenin ihtiyaçlarının nasıl giderileceği, sorunları paylaşmaktı asıl olan… İki rekattan 12 rekata çıkardılar; orada görünmek prestij oldu. Çok yanlış bir dönüşüm. O koca mekanı yapıyorsan hakkını vereceksin. Çünkü israf haramdır. İsraf bu değilse hiçbir şey değildir…

Güneş Köyü, Mümkün Bir Proje

Güneş Köyü kapsamında, kişi başına 800 metrekareden yola çıkarsak 56.000 km2 arazi gerekmektedir. Bu alan da ülke yüzölçümünün yüzde 7’sini geçmeyecektir. Tüm nüfusun böyle bir yaşam ortamında ikameti dahi, ‘yer yok’ bahanesini saf dışı bırakmaktadır. Güneş Köyü kapsamında olmasa bile, ülkeyi boydan boya geçen 1500 km boyunda bir çizgi düşündüğünüzde, 9.3 km eninde bir bandın tüm nüfusu; bahçeli, enerji öncelikli, ekolojik ve sağlıklı bir yerleşime kavuşturacağını kolayca hesaplayabiliriz. Gözde canlandırılması kolay olsun diye, normal bir karayolları haritasında bu alanın ancak 5 mm yer tutacağını söyleyebiliriz. Yani çok katlı dayatması; sadece bu hesabı bilmeyenler tarafından ısrarla öne sürülen ve rant yaratmaktan başka amacı olmayan çözümsüzlüklerdir.”

 Temel Tasarım ve Yaratıcılık

Aşağıda, Çelik Erengezgin’in rahmetli eşi Seramik Sanatçısı Afet Erengezgin’in Uludağ Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Mimarlık Bölümü’nde verdiği Temel Tasarım ve Yaratıcılık dersine dair notlarının giriş bölümü yer alıyor.

Bilginin şifa olmasını umarak – ki Çelik Hoca, bilgiyi herkesle paylaşmasıyla ünlüdür- burada paylaşmak istiyorum:

  • Bilime ivme veren duygulardır. Sanat ise, insan zihninde biçimlenen doğa yasalarının dış dünyaya açılımıdır.
  • Yaratıcı içgüdü, hayatın titreşimlerini algılayan ve onları, karşılıkları olan sanatsal titreşimlere çeviren hassas bir sismograftır. Mimarlık, bu sanatsal titreşimleri taşıyan fakat bilimselliği de içeren bir yaklaşımdır. Burada aslında bir çelişki değil, birbirini destekleyen alış-veriş söz konusudur. 
  • Mimar, yaratma anındaki ‘sezgi + bilgi’ yoğunluğu oranında mimariye değer katar.
  • Bilgi; bir sonraki bilgiye ulaşıncaya kadar kabul edilen şeydir.
  • Bilgiye ulaşma yolunda özellikle başlangıçta; ‘teorilerden kurtuluş’, zihne hürriyet verir. Bir sonraki bilgiye ancak böyle ulaşılır…
  • Yaratma anındaki hürriyet, yaratıcı içgüdünün altında yatan gizli prensiplerin ortaya çıkmasını sağlar.
  • Salt teorileşmiş, yani ‘sadece mevcut bilgileri kullanarak’ sürdürülen yaklaşım, bilimsel ve sanatsal eğitimin her ikisinde de tehlikeler yaratır.
  • Sanat, duygular üzerinde etkili olduğuna göre ancak duygularımızı kullanarak sanatsal etkinlik sağlayabiliriz.
  • Sonsuza kadar özgür olan sanat, ‘gereklilik‘ kaygısı taşımaz…

Selma ALTIN

Son Haberler

Cevap bırakın